18 Kasım 2009 Çarşamba

zamansız

Bu şehrin italik duruşlu erkeklerindendi, o da. Uyarı levhalı, loş ışıklı, kalabalıktı.

Müziğin bitimiyle boşalan mekanlar gibi, yanında kim varsa beleş bedenlere boşalıyordu her gece. Uyuşan bir aklın, fikirsiz kelimelerinden nasibini almışçasına yüksek rakımlı, az bakımlı evinde uyanıyordu, o da.

Işığa ve karanlığa aldandım, uyarı levhasını görmedim sandı, o da.

Perdeden camı araladım. Yanaklarım al aldı, yüzümü havaya dönmüştüm, sırtımı kokuya. Üstü siyah kumaşlarla örtülü, tanımadığım, hiç dokunmadığım eşyaların arasından hala gözümü alıyordu yavaş yavaş soluklaşan parlak sarı. Biraz önceki panayır alanı şimdi kızarmış gözlere ve boş bardaklara teslimdi. Çift sayıların nefes alışverişlerimi ele geçirdiği feminist duruşlu bir geceydi işte, o da.

Yeşil giydiğim ve bardakların dolu haline dokunduğum anları da gidip caddedeki sokağa bakan odaya bıraktım. Sonra o sokaktan denize giden yokuştan indi saçlarım.

Bunları hiç bilmedi, o da.

İstanbul, Kalamış

17 Ekim 2009 Cumartesi

Milattan Önce Durist Turistliği

Süzül bakalım martı gibi, oysaki bıçkınlığın sadece gömlek düğmelerinde.

Bodrum katında hapis kalan ruhuma vazelin sürüp, üstüne kendini kamçıla. Pencere önü balığı gibi ağzından çıkan her kelime tanrı olsun bana. Sonra bak bakalım kendine, yattı balık yan giderken. Gözünün doyması gerek önce, bunun için gözün görmesi gerekse bile ruhun aç senin zinhar! Böyle azotlu bir sonuç çıkmışken ortaya, şimdi aç yakamı, üfle.

Küçülmemek için büyümeden oynanan oyunlar her an ulaşabileceğin bir şeyse, ama pratikte değil teoride sıkışıyorsan ali desidero misali, getir seni buraya, üzüm kurularına.

Hem cam kenarı hem şoför arkası kalabilme halimin 13. Cumaya denk gelmesi, cebimde beyaz bayrağımla gezmem kadar ironiktir. Ve sırf bu ironi yüzünden, yani inadımdan, döndürmem başımı, pembe var içimde zaten, bir de üstüme giymem.

-16’nın verdiği masumlukla, +18 güney yolculuklarına çıkıyorum bazen. Ama ince iplerle ip atlayamıyorum, güzel resimleri renkli boyalarla anlatacak kadar dingin de değilim. Ama dönüş yolları var sularımın, bilgece sevişerek kadınlığımı hayra yoracak mevsim dönüşlerim var.

Bu yüzden buradayım, ordayım. Dışarı çıkmayan turist halimle, duristliğe yol alıyorum.

İstanbul, Kalamış

16 Ekim 2009 Cuma

Bir Delinin Akıl Günlüğü / 3

Bugün Cuma, kırmızı Cuma, kıpırtısız Cuma, kıymetsiz Cuma, kısmetsiz Cuma.

Meydana indim bugün, seni karşılamak için. Avizelerin taşları gibi yanaklarından aşağıya inen, öpmek için heyecanlandığım, parmaklarımın aksi yüzüyle usulca okşadığım, güçlü yüzünün kenarını süsleyen bıçkın favorilerini görmek için. İskeleden ileri yürüyünce her adımımda karşıma çıkan balık ve limon kokusunu içime çekerek beklemek için. Limonun ekşi kokusu genzimi yakarak doldu ciğerlerime, irkildim. Bulut beyazlığında, içinde çocukların koşturduğu koridorlarıyla, kulaklarımda çınlayan boğuk sesiyle çıkardılar seni vapurdan. Düşsem beni tutacak en yakın iskele direğine dayandım goncası kapanmış tenimle, sonbahar yapraklarının yerde uyuması gibi garanti altına aldım bedenimi. Denize düşen uçurtma oldu saçlarım, seni çıkardılar vapurdan. Seni, arkanda bıraktığın dalga izleriyle çıkardılar. Avuç dolusu kumun parmaklarından aşağıya yavaşça dökülmesi gibi geçtin yanımdan. Beni, senin susan kalbinin sarı kumlarında bıraktılar. Sen beni, perdesi çekilmiş bir hayatta; ben seni, meydanda bıraktım.

Perdeden yansıyan ışık yetmiyor bana efendi! Şu ışıkları açın artık! Zamansız kapatıyorsunuz ve zamansızlık böyle bir şeydir… Sen istediğinde olmayan şeylerin, sen istemediğinde olmasıdır. Ah doktor bey, perde kalktığında zamanın aslında olmadığını anlayacaksın sen de. İşte hayat budur.

Mesela ben nerdeyim şimdi? Burası 3 duvar 1 pencere. Hayatımın en büyük yanılgısı, geri kalanımın en büyük yansıması oldu. Herkes gibi davrandım, ama herkesin beklediklerinden farklı sonuçlar içinde oldum. Ve işte buradayım. Ne begonviller, ne yaseminler, ne sümbüller gördü gözlerim. Ya şimdi? Siyah ferforje parmaklıkların arasından sokak ışığına talibim. Bir tek ona talibim… Buna da razıyım, bundan da mutluyum. Yeryüzünün kurallarından azade oldum ben, kendi iklimimi yarattım burada. Ilık ama yağmurluyum şimdi.

İstanbul, Kalamış

2 Ekim 2009 Cuma

biten

artık sana yazmıyorum yazamıyorum. sadece bunu yazmak istedim.

İstanbul, Kalamış

2 Eylül 2009 Çarşamba

cevap?

dün'ün ardından gelen...

"On this day of your life, ozgun, I believe God wants you to know...

...that disappointment is temporary. Only your thought

it is permanent.

Change your mind about what has disappointed you

and you will change your life. All disappointment is

just Advantage, looked at from the other side.


You will not have to think but a second to know

exactly why you received this message today.


Neale Donald Walsch"

Bodrum

insan?

Çocukluk anılarınızın aslında birer yalan, aldatmaca olduğunu bir günde öğrenseniz… Arka belleğe ittiğiniz hatıraların bir günde ön belleğe taşınmasıyla unuttuğunuz her şeyin bir anda aklınıza geldiğini görseniz… “Bir çok giden memnun ki yerinden”den sonra, onlara ait içinizdeki her değerin bir anda değiştiğini fark etseniz… Cevapsız soruların, acaba’ların hayatınızın orta yerine tak diye oturduğunu anlasanız… Yaşamınızdaki önemli insanların aslında sadece kendi kurdukları oyunun içinde yer aldıklarını ve sizi de bunun içine aldıklarını kanıksasanız…

Benim gibi şimdi “Yaratılanı severim, Yaradandan ötürü” diyebilir misiniz? Yoksa midenizde, nefes alamamanızı sağlayan o iç sıkıntısını alabildiğine yaşar mısınız?

Varolan her anınızın, her değerinizin bir günde kaybolmasıyla nasıl bir hayata başlarsınız? Bildiğiniz, hatırladığınız her şeyin tepetaklak olmasıyla ortaya çıkan yeni hatıralarla nasıl başa çıkarsınız?

Bodrum

27 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Delinin Akıl Günlüğü / 2

Bugün Perşembe, pembe Perşembe, pejmürde Perşembe, pervasız Perşembe, perişan Perşembe, pespaye Perşembe.

Saçlarımı kestirdim bugün. Daha boynuma gelmeden bitsin bu ağırlık istedim, yine. O’nu ilk öptüğüm günkü gibi kestirdim. O gün gibi hafiflemek istedim. Ne kadar zaman önceydi, bilmem. Ama tutuktuk, toyduk o zamanlar... Dil Burnu’ndaki ahşap bankta yan yana oturmuştuk, eli elimin yanında durmuştu da anca serçe parmaklarımız değmişti birbirine. Elmacık kemiklerinin keskinleştirdiği yanaklarına gençliğimle dokunmuş, koşarak uzaklaşmıştım yanından. O gece şehre dönmüştü, ertesi sabah ihtilal olmuş ve ben bir daha haberini alamamıştım.

Rahmetli anneciğimden kalma işlemeli, gümüş tarakla saçlarımı düzeltip; pembe, tek parça, üzeri beyaz çiçek desenli elbisemi giyerek, Ada eşrafının her sene düzenlediği yemeklerden birine gittim. Konağın bahçesinden içeriye girdiğimde O’nu gördüm. Uzun zaman olmuştu, demek dönmüştü. Bahçenin denize bakan en uzak köşesinde, elinde sigarası, tek başına ayakta duruyordu. Asude, münezzeh, sanki orda değilmiş ya da aslında hiç olmamış gibi… Çimenleri ayaklarımdan ayıran hafif engebeli, taş yoldan geçerek yanına gittim. Çitlerin bir köşesine yaslandım. Kısalan saçlarım, pembe elbisem… hiç etkilenmedik rüzgardan. Ama içimden faytonlar geçti, aksak adım atların nalları kesti nefesimi, yutkundum. Sigarasını yandaki sehpada duran pirinç kül tablasında söndürdü. Dolgun alt dudağı, kısık bal rengi gözleri ile yüzünü bana doğru çevirdi, havanın yüzü döndü. Tenimden ıslak bir meltem geçti, gülümsedim. Sonrasını seneler aldı. Ada’daki rüzgar isimlerini ezberlememe yetecek, begonvili budayacak, asma yapraklarından meze yapacak, zamansız sevişmelerle ruhumu sarsacak, tenimin eskimesini, saçlarımın uzayıp renk değiştirmesini görecek kadar zaman aldı.

Tuhaf bir koku var havada şimdi. İs mi çöktü ne? E tabi iş bu kerteye geldikten sonra istersen yanmasın kiraz konsol! İçinde bir ben yokum.

Hemşire Hanım kızım, sana zahmet bahçedeki ayrık otlarını toplasan ya yarın, böyle çok kararsız, tek başlarına, meczup duruyorlar.

Bodrum

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Delinin Akıl Günlüğü / 1

Bugün Salı, sarı Salı, sallanan Salı, sallandıran Salı, sardıran Salı, saldıran Salı, saklanan Salı, saptıran Salı, sarsan Salı, sanan Salı.

Güllaç mı yesek akşam? Rahmetli çok severdi, fıstıklısını ama. Ada’daki evdeydik o zaman. Yaseminler, begonviller bahçeden bize gülümserdi, bembeyaz. Asmanın altındaki çardakta otururduk, senden iyi olmasın yeniyetme bir hanım kızımız vardı evde, her işimize yardımcı olurdu sağolsun, nerdedir acep şimdi, Tanrı bilir ne güzel elleri vardı, inceden pamuk gibi… Her akşam yemek sonrası lokumlu türk kahvesi yapardı bana, içerdim. O’na da fıstıklı güllaç hazırlar sonra giderdi, müştemilattan bir keman sesi duyulurdu. Hiç hatırlamam kimdi, neyin nesiydi… Ama güzeldi, çok güzel. Sarıya çalan uzun saçları vardı, omzundan aşağıya sümbüller gibi sarkan. Üvez renkli akşamüstlerinde sesini duyardım bir tek, kimseye belli etmeden mırıldanırdı, ne söylerdi, ben sever miydim, hiç hatırlamam… Rahmetli gelen sese ağzının kenarıyla gülümserdi, rakı beyazı alırdı gülüşünü… Faytondan gelen sesle yerinden doğrulur, ellerini arkasında birleştirir hızlı adımlarla giderdi, hep bir yere yetişecekmiş gibi hızlı, dan dan diye ayağındaki postalları yere vuran askerler gibi yürürdü, bir kere dönüp bakmazdı çıktığı kapıya. İnatçıydı işte! Ah, zaten o inadından gitti temelli. Yeniyetme mabedinde, ben begonvillerin altında, o meydandaydı en son.

Pardon?
Bakar mısın?
Kime diyorum?!
Rüzgar gülünü saksıya dikme, yapma dedim kaç kere! Fırtına gelecek birazdan, saksıda sağ kalır mı hiç rüzgar gülü? Ama sen de haklısın, kaç fırtına gördün ki şimdiye kadar!? Rüzgar gülü dediğin hassastır, döner kendi etrafında ama anca aldığı güçle… Meltem yarar rüzgar gülüne, samyeli döndürür başını… Fırtınaya bırakırsan rüzgar gülünü, esemez fırtına ismi kadar. Bırakacağı izler üzer diye dokunmaya kıyamaz. Fırtına çıktı mı alacaksın rüzgar gülünü içeriye. Bak o zaman gör gücünü fırtınanın. Ver onu bana, sarsmadan! Bir de, bir bardak su versen, hani ölmüşlerin canına gidenlerden. Çok susuyorum bu ara, ağzımın içinde bir deli tat, pas tutsa rahatlayacağım.

Efendim? Işıkları mı?
Biraz daha dursaydı benim ki, pencereye yansıyordu. Tamam, biliyorum, zamanı geldi, ama her gün biraz daha erken kapatıyorsunuz sanki ışıkları… Uyuyamıyorum ben geceleri, bu pencereden de bir şey görünmüyor. Ne tuhaf ayna bile yok bu odada.

Bodrum

bir-leş-tir-me /bölüm2/

Demek iste-
meme anlarını boz-
buruna gönder-
sen ne yazar göndermesen ne yazar-
sen kimsin-
ki?!

dans ettiği-
ni bile bile dansa
devam diyorsan
işte o an-
dan itibaren dans-
ın ruhuna karışır.

sen boşuna başını
hesaplama
ya çalışma-
lar sinsilesindeyken, ben
arkamı döndü-
m sandığın-
la kalakalır-
ım, şaşkınlığın-
la geri gelirsin.

Tadını
geri bırak-
mak için tekrar tekrar ister-
sin damak-
tan akışını ılık ılık…

sonuç: İste/boz/gönder. Yazar, kimsin ki?! Ettiği dansa diyorsan “an”, dansı karışır. Başını hesaplama, çalışma. Ben, döndü sandığın, kalakalır şaşkınlığın, gelirsin. Tadı bırak, ister damak, ılık ılık.

Bodrum

21 Ağustos 2009 Cuma

rakı kafası

Dağ arkasındaki ışık huzmesini memleket görüyorum.
Uzaktaki tekneden gelen ışığı kutup yıldızı yerine koyuyorum.
Senden kalan sözcükleri satırsız belliyorum.
Uzağı yakın, yakını uzak sayıyorum.
Bunların hepsini var sanıyorum.

Varlıkla yokluğu hep karıştırıyorum. 

Bodrum

11 Haziran 2009 Perşembe

mi?

Uçurum zamanları için kanatların, gelecek aşklar için arkasına bakmadan koşabilen ayakların, asla gelmeyecek mektuplar için bir adresin vardı.

Biliyorum bu aralar yürüdüğün her yol yokuş, her yokuş kayış gibi gergin. Otobüs duraklarına gözün takılıyor-beklemeli-mi, bir başkasının yüzünün üstünde ise topuklu ayakkabılarınla iz bıraktığın cümlelerin var - nasıl bir yüz o zaten, sürekli yokuş yukarı-.

Yürüyen kelimelerden tahta kulübeler inşa ediyorsun içine dışına, cevapsız soruların pencere önündeki bibloların. Her şey, herkes bi’ yerli yerinde de sen -mi?- dağınık…

Tanrıların seyrine layık olsun oyunun, zaman geçer, oyun biter, düş sana yeter.

İstanbul, Ortaköy

27 Nisan 2009 Pazartesi

"T"

Tekliğin kabulü

Tekilanın getirdikleri

Terin götürdükleri

Tarifsiz sabahlar

Tepkisiz akşamlar

Ters direnişler

Tercihli yataklar

Tenin yabancı yakınlığı

Taze soluklar

Tekrarsız gülüşler

Tedariksiz zamanlar

Tek kelimelik sonlar...

İstanbul, Ortaköy

evgenia

Rende içindeki ampul

Şarap mantarından nihale

Duvardaki can simidi

Mavi boyalı pervazlar

Sigara dumanı

Kurutulmuş domates

Yazarkasa yanında rakı masası

Köşede mesaj tahtası

Soruların orta yerine tak diye oturan cevapsız yıldızlar

Loş ışık huzmeleri

Kırmızı siyah sevecenlikler

Köşe duvarın yalnız balığı

Kara delik ezgiler

Anne öpmesi beyaz şal

Zamansız fotoğrafların koridoru

Flamenko güzeli

Seni böyle anlatmalı evgenia

Seni rakı beyazındaki latin tınılarında, sorgulayan bir kalple yaşamalı evgenia

Bodrum

18 Mart 2009 Çarşamba

hangisi

… ve bir yoklukta, iki kadeh şarapla baş dönmesi seçilir.

Orta şiddetli hava boşluklarında titre-me.

Dilemmalardan kaygan anlar yarat-ma.

Bütün maskelerini bir otel odasının çekmecesinde bırak-ma.

Çırılçıplak kal-ma.

Rakamlarla oyna-ma.

Zamanı durdur-ma.

Gel-git uyu-ma.

Karanlık bak-ma.

Kırmızıyı güne yay-ma.

Kelimelerde hapsol-ma.

Uzağı yakın kıl-ma.

Heyecanı yitir-me.

Kadınlığı gün yüzüne çıkar-ma.

Camı arala-ma.

Beyaz yorganlarda üşü-me.

Büyülü olduğuna inan-ma.

Sonsuz açlığa gülümse-me.

Zayıflığa güven-me.

Hafızaya yüklen-me.

Nikotine aç ol-ma.

Fotoğraflardan kork-ma.

Ezber boz-ma.

Vurguna nefes ver-me.

Sığ sularda boğul-ma.

Ütopyaya var-ma.

Kokulardan tarih yarat-ma.

Zamansızlıklara vurul-ma.

Kutu Efes’e yağmur damlası ol-ma.

Sus pusla dillen-me.

Notalarda gözyaşı kal-ma.

Paranoyalarda kamyonet arkası yazı ol-ma.

Ekran beyazlığında masumu oyna-ma.

Gökyüzüne göz kırp-ma.

Aynalarda yansı-ma.

Yabancı ol-ma.

Tüketmeyi dile-me.

Dilemekten kork-ma.

Yaza yaza tüken-me.

Nefessiz uçuşa geç-me.

Omzunda zıpkın yarasıyla kalabalığın içine dön-me.

Yarım kalan uykuları deprem yaratan kadına emanet et-me.

… ve bir yoklukta, marcel’e selam edilir.

İstanbul, Ortaköy

4 Mart 2009 Çarşamba

rol değişimi



Dün gece çok enteresan bişey oldu. Bizim sokağa gelmeden önceki sokakta, yolun tam ortasında ahşaptan bir kedi ve bir balık heykeli. Tam önümdeydi, o kadar güzel ki; aldım getirdim eve.
Pencerenin kenarındalar ve kocamanlar...

Balık kediden büyük. Sanki "sen beni yiyebileceğini düşünüyorsun ama bak sığmam ağzına" der gibi balık, bi de dudakları önde. Düşmanına öpücük gönderir gibi.

Sanırım bi aşk olayı vardı ben bozdum bencilliğimle:)
Hani biri birine bırakmış gibi
Pazartesi gecesi sabah 4te kim geçer o sokaktan

çok güzeldi benim olsun istedim çok sarhoştum tanrı bana bırakmış zannettim.

İstanbul, Ortaköy

nokta.

Şarap? Lütfen.

Ağzımızın kırmızılanmaya ihtiyacı var. Zararsız çiçeklerden zehir bulmayı istiyoruz günlerce. Kamçılıyoruz içimizdeki güzeli. Hümanist yaklaşımları elimizin tersiyle reddediyoruz. Ur gibi büyüsün içimizdeki sabote eden ruhlar diye basıyoruz tütünü. Gerilelim ki büyüyelim.

Ama yaşımız kemale ermesin diye çırpınıyoruz. Psikozlarımız var en çok. Şizofreniye kayan zamansızlıklarımızla övünüyoruz.

Fikret babamız, Bülent amcamız olsun beraber gecenin tam üçünde’leri analım her gece diye bile bile duvarlara vuruyoruz. Hafızada kalanları süzüyoruz, balıklığımız işimize geldiğince. Sonra kanıyoruz. Biz, sonradan kanıyoruz.

Şarap? Lütfen.

Her gün aynanın karşısında kendimize bir noktalama işareti seçiyoruz. Herkesin o diline doladığı maskelerden farklı, biliyoruz; virgüller, üç noktalar, ünlemler...

Siz, ne zaman ki beni virgül zannettiniz, ben o gün nokta.

Şarap? Ne diyorsunuz gecenin üçünde mi? Lütfen. Benim de bir masalım var...

İstanbul, Ortaköy

28 Şubat 2009 Cumartesi

bir-leş-tir-me /bölüm1/

birbirine karışmış kimlikler
in tanışması
nın sonucu
ndaki karanlık
tan çıkar
ılan dingin
lik ve deli
lik, ile
lebet birleşir
se gecikir
se yanar
ak erken
den gelen
lerin farkı
ndan yol
a gel
ir, bir
den tek
olur bu
rdan var
olan öz
gün
lük

sonuç: kimliklerin tanışması sonucu karanlık çıkar; dingin deli ile birleşir, gecikir, yanar erken gelen farkı. Yol! Gel! Tek bu var, öz! günlük...

İstanbul, Ortaköy

tut ol


“...önce olanı görmeli sonra olanı içine almalı sonra içine aldığını yazmalı...” dedim dün gece.

Sevgili sevgililerin hayatındayım.

‘Bir ilişki nasıl olmalıdır manifestosu’ yazıyorum içimden.

Söylenen sözler, incinen kalpler var. Battaniye arasına sıkışmış korkular, birbirine dokunan parmakların ucundaki yalnızlıklara dönüşüyor. Kalabalıkolmaarzusu, uyuşmaiçgüdüsü içindeki beklentilere karışıyor koltukta. Sarıl ol, bırak ol, benim gibi ol, sen gibi ol, artık hiçbirşeyim ol, tut beni benim ol’lar yankılanıyor.

Hayatının orta yerine bir gecede -düş gibi de olsa- düşen insanı ne kadar içine alabilir kişi... Düşten düşünce düş mü oluyor? Düş o zaman! demiyor mu insan?

Ruhumuzda tipeksleyemediğimiz, çitileyip çıkaramadığımız lekeler bumerang gibi attıkça geri dönüyor. Uykular ayrılıyor, zaman duruyor. Yüzler geçmişe dönüyor, gelecek ilişkilendirilememiş geçmiş kalıyor. Kendinden ayrı görmediğini bir gecede karşı kıyıya atabiliyor insan. Düş o zaman! diyor. Köprümden düş, seninle karşı kıyıya geçemiyorum.

Çünkü içimizde görünmez listeler var, deniyoruz sürekli. Listeye uyanları işaretleyip, uymayanların üstünü çizerek ilerliyoruz. Oysa ki içimizdeki tanrı çoktan uyarmış bizi “Tanrı’yı ve insanları deneme”, ama biz başka bir tanrıyı dinler olmuşuz “dene, yine yanıl, yine dene”.

Hep aynı hikaye mi kitabımızda ayraçla işaretlediğimiz? Kaç ayraç var hayatımızda?
Günün sonunda “give me a reason to love you” titrek bir sesle dillerde. Gerisi dağınık yatak.

İstanbul, Ortaköy

*** görsel buradan alınmıştır

25 Şubat 2009 Çarşamba

bilmecenin açık hali


Kırmızı ancak hafif parlak... Aydınlık ancak sanki mum ışığından... Ufacık ancak içini açınca kocaman...

Zamansız ama anlık. Sorgusuz ama talepkar. 16 ama kadın. Çizmez ama yazar. Burada ama orada.

Şişede balık, bir o kadar bitki çayı. Kasaba gibi rüzgarlı, bir o kadar istanbul. İstanbul gibi karışık, bir o kadar kasaba. Sahnesi kalabalık, bir o kadar yalnız alabildiğine.

Harfleri tekil, içi çoğul. Yalanı masum, doğrusu tehlikeli. Kapısı açık, yatak odası kilitli. Köprüsü ışık, koltuğu karanlık.

Bil bakalım. Bilirsen tamamlanmamışlığımı sorgulama hakkı tanıyacağım gölgesiz bedenine. Sudaki kumun bakımsız bahçesine inme hakkı tanıyacağım bedelli ruhuna. Ütopyalarımız için güneşli günler dileme hakkı tanıyacağım duvarlarına.

Bil bakalım. Bilirsen ıslığının -çığlık çığlığa, nefessiz, sarsa sarsa, acımasızca- dudaklarımı nasıl kanattığını anlatma hakkı tanıyacağım kendime.

İstanbul, Ortaköy


*** görsel buradan alınmıştır

24 Şubat 2009 Salı

topla beni

Hala kimseye anlatamadıklarım varmış. Hala korkularım. Hala incinmekten kaçışlarım, gözyaşlarım.

Çizgi filmlerden kalma ışıklarım varmış bir anda ortaya çıkan. Bir anda farkedilen cümlelere karşı hassasmışım meğer.

Oturduğun yerden kalkıp, bana senaryolar yazmaktan vazgeçip, koşar adım ayaklarımı durdurmaz mısın?

Sırtıma vur. Çok öksürüyorum. İçimde büyüyen şeyi çıkaramıyorum. Öksüren ordularımı korkut beni değil. İçime yerleşen ağrıyı kaldır yerinden. Kadınlığımı bana bırak. Seni benden sert sessizleri yumuşatarak alsın biri. Bu kadar da hikaye kalınmaz ki!

O zaman dinle şimdi, hatırla. Hatırlarken ağzının sadece bir kenarıyla gülümse.

Gündüzü uyutmalı

Geceyi büyütmeli

Gündüzün koynunda geceye bi güzel küfretmeli.

Tahterevalliden bozma! Aşk, hayat...

Dalgalar vurduğunda içimdeki tanrıçaya, kıyıda bi sandal olmalı içinde içimi taşıyan... Değiştirmez zamanı bana dipsiz bir kuyudan çıkardığın petrol. Kaynak olsan ne yazar kayıp pusula seni!

İstanbul, Ortaköy

22 Şubat 2009 Pazar

nasıl olsa(?)


Bana konuşma, bana yaz. Yoksa kesik kelimeler kalıyor aklımda. İçimde dalga köpüklerinin sesleri var sen konuşurken. Duyuyorum seni ama unutuyorum köpükleri dinlerken. Bu hikayeyi balıklığıma ver, al götür beni izlanda’ya, karlı topraklara, nasıl olsa ısınırım bi’ şekilde. Geniş boşluklarda rüzgarlar eser, ben bi’ papatyanın altına sığınırım, nasıl olsa. O yüzden bana konuşma, bana yaz. Nasıl olsa?

Bana canayakın diyorlar, ben uzak yakın oynarken oruç abiyle. Yakını seçip kalanını bırakıyorum arnavut kaldırımlarıma. Olduğu yerde olduğu gibi olduğu kadar kalsın diye bırakıyorum, kediler görüyor. Böylesi daha güzel diyorum, yalan söylüyorum. Durmadan yalan söylüyorum. Susarken yalan, susarsan yalan! Gömleğinin düğmelerini titreyen ellerimle açarken yalan söylüyorum. Sonra yola çıkıyorum, hikaye gibi değil. Herşeyden sonra yola çıkıyorum işte. Bıçkınlığını yanıma alıp mavi koltuğuma kuruluyorum. İçi boş parantezlerin içini doldurmaya başlıyorum.

Bu sefer farklı çünkü. Bu sefer; pastanın kremasını işaret parmağımla sıyırırken aldığım o keyif gibi seni usulca dilimden damağıma akıtıyorum, sonra paltomun kuşağını sıkıca bağlayıp, yakalarımı kaldırıp, rüzgara karşı yol alıp çıkılan bir sonbahar yolculuğu ile dönüyorum şehre. Ayaklarımın altında sarı yapraklar çıtırdıyor, ekim yaprakları. Ekim yapraklarını şubat ayazına teslim ediyorum, teslim oluyorum. Daha yolum olsun istiyorum, yol ben olayım istiyorum. Esas çıkışı bilirken buğulu gözlerle bakıldığında görülemeyen bir yolculuk kapısı yaratıyorum içimdeki izlanda topraklarında.
Gözlerim hep buğulu, nasıl olsa ( ). (nasıl olsa her tekiladan sonra gün doğuyor)

İstanbul, Ortaköy

*** görsel buradan alınmıştır

4 Şubat 2009 Çarşamba

i just play


Oynadık işte. İplerimizi kendi ellerimizde tutarak oynadık. Sonra ben benimkileri Tanrı’ya verdim. Bu zamana kadar ben oynadım, şimdi sen oynat dedim. Oynadık işte.

Kırılan aynalarımı yapıştırdım seninle, oksijensiz de kaldım zamanı gelince. Kutulara sokmadım ama seni. Bekledim. Kendimi aşarcasına bekledim. Saklanarak bekledim.

Oyun bitti, siyahlarımı giyip köprü ışıklarıma döndüm. Oynadım işte.

İstanbul, Ortaköy

***görsel cruelpicture tarafından çekilmiştir

31 Ocak 2009 Cumartesi

calimero


Dali ve ben karşılıklı oturuyoruz. Senin bacaklarını uzatıyoruz, bana yeni duvar saatleri yapıyoruz asla kullanmayacağım. Sonra çekmeceleri karıştırmaya başlıyoruz. Faturaları prezervatiflerle aynı çekmeceye koyuyor Dali. İkisi de tükenmişmiş. Gülüyorum. Tükenen sensin diyorum, bak dahiliğin ile deliliğin tartışılıyor bir kitapta. Kitabı alıyor Dali, en azından Aragon gibi yanlış anlaşılmıyorum hala bir çelişkiyim diyor. Yine gülüyorum.

Beraber kazanamadığımı varsaydığım savaşları konuşuyoruz. Nerelerde ruj lekesi bıraktığımı söylüyorum, bu sefer O gülüyor. Ruj lekesi de neymiş, içindeki kırmızılık kimde kaldı ki diyor. Üzülüyorum.

Uzaklara yakın istekler gönderiyorum, karşılığında Hayyam’ı anıyorum. Dali’den Hayyam’a akıyorum, kırmızıyı O anlar diyorum.

Keşfedilmemiş topraklarda tavuk suyu çorba yapacağım birilerine ihtiyacım var.

Herkes birbirine karışıyor. Dali’ye Hayyam’ı armağan edip ruhumu Nuri Alço’ya emanet ediyorum.

30 Ocak 2009 Cuma

dolana olana


Kabak dolması gibi doluyorum. Oluyorum. Dolarken oluyorum, OL’ana vuruluyorum. Üstten baksam aşk, alttan baksam love yazıyor her taşın üstünde. Serinliğinden geçiyorum, siyah beyaz koyunların arasında kendine kükreyen aslan olmaya karar veriyorum. Yattığım yer sallanıyor, ben olduğumu sanmaya devam ediyorum. Bulduğum her ağaç kalıntısını beyaz bir poşetle sırt çantama asıp geride bıraktığımı farzettiğim eve getiriyorum. Onlar orda durdukça hatırlıyorum; bana neler yaptığını, ne güzel gülümsettiğini, içimi çiçekle-böcekle nasıl doldurduğunu...
Karmaşanın ortasında çiçek kalabilir miyim diye soruyorum sana. Çiçeklerin içinde karma karışık kalma da diyorsun bana.
Gülümsüyorum bende yansımama.


İstanbul, Ortaköy

***görsel buradan alınmıştır.

19 Ocak 2009 Pazartesi

azımsa kalanları


Az tüketimden dolayı faturalandırılmayan elektiriğin aksine her gece içimdeki pavyonun kaç ruha bedel olduğunu düşünüyorum... Leylaların işine son veriliyor bu devirde, kriz %35 indiriyor aşkın acısını. Zaten Aragon’u da yanlış anlamışım; "tarihe geçmiş mutlu aşk yokmuş, taklitlerinden sakınınız Leyla’ların" diyormuş aslında. Aragon’a kafayı taktığımı, kendi tekrar etme sürecinde yansıdığımla yadsığımı görüyorum, bunu da bu vakit farkediyorum, tam da giderayak olmayı düşünen ayaklarımın yeşile uzanan uykusunda.

Yatak odamda bir kulis yaratıyorum, kostümler çıkıyor, gerisin geri dolabın yolunu tutuyor. Birşeyler gibi birileri de gizleniyor, elma desem de dut desem de bitmiyor saklambaç, oyundan her geçişimde yalınayak geçiyorum içimden, içimi, içime...

Şarabımız biterse yağmura geçeriz diyor bilirkişi, şarap bitiyor yağmur vadiye erteleniyor, kadehten dudaklarım taşıyor, dudaklarım kerpeten oluyor, dudaklarından kan akıyor. Apolitik gençliğe kan aranıyor.

İstanbul, Ortaköy

*** görsel buradan alınmıştır

14 Ocak 2009 Çarşamba

bak şimdi! noldu şimdi?


Çığlık çığlığa bir kadın var karşımda. Parmaklarının her hareketinde dingin bir deprem yaratan.
"Aşk var mı" diye soran ve cevap bekleyen üstelik. Raslantısal gece ışıklarının karşısında kendimi ne hissedersem bir o kadar yaşıyorum karşısında.

Karar vermek ne kadar alıkoyar yaşamdan köprü ışıklarının karşısında? Verilen kararda asılı kalmak peki? Karşıdaki japon ağacının gölgesinde görmek kendini koşulsuzca...

Kahvedeki Aragon’u bile bile kaçak oynanıyorsa bir de, Birsen her “seni sevdiğimden gelirim ben bu yere” diye sessiz çığlıklarından attıkça kaçası gelir özgün kişinin. “Buralardan gitmeli” der özgün kişi, “buralar gitmeli” diye yanıt verir kişi özgün. Şizofreniye ne kadar yakınlaşırsan o kadar siyahsındır. Siyah yakışır.

Bir baksan yakından, ırak olur her köşem şimdi.

İstanbul, Ortaköy

Kdv siz

  Yalnızlığım Şapkasız başım Geride bırakılmışlığım Arkadan konuşmadan içime susmuşluğum Yalnızlığım  Bir ten ardında yoksul kalmışlığım Bir...