30 Ağustos 2010 Pazartesi

sustum


Sonra patateslerle konuştum ve soğanlarla. Onları kalın kalın keserken konuştum, aslında ne kadar güzel olduklarını anlattım onlara… Ve onlara, onları yedikten sonra sonsuz aşka kavuşan bir çiftin hikayesini anlattım; inandılar, inandım.

Saçlarımı kesemedim bugün, patatesleri – soğanları kestim, onları dönüştürdüm. Ve artık sustum. Sonsuz keder…

Eğer insanlar kendilerine yalan söyleyebilip, geçmişlerini değiştirebiliyorlarsa; ben de bunu şu an için yapabilirim dedim onlara. Ne kadar mutlu olduğumu anlattım; inandılar, inandım. Ve sonra sustum. Sonsuz keder…

Kabuklarını biriktirmemeli dedim, dıştan çıkanı atmalı; çürümesini beklemeden.

1000’lik puzzle’ı açtım masanın üstüne. “Hayat, puzzle gibidir; tüm oyun eksik parçayı bulmakla alakalı” demişlerdi zamanında. Ne puzzle’ı, ne de hayatı oynayamadığımdan bahsettim çöpe giden kabuklara. Kendimi verandada gördüm, kalın urganla. Oysa ki urgan nasıl bağlanır onu bile bilmem.

Pinokyo’nun masalını dinledim, her yalanda burnu uzayan ama burnu uzadığı için babasını ve kendinisi büyük balığın ağzından kurtaran.

Ahtapot ve gümüş balığını sonra… Önüne geleni yiyen kötü ahtapot ile çaresizliğini yaratıcılığa dönüştüren gümüş balığını… Gülümsedim, sonra sustum. Sonsuz keder…

Ağlamak için neden ararken, mutsuz olmak için neden arayanla karşılaştım. Üzüntü, mutsuzluk, acı; hiçbiri hayata devam etmeye engel değildi. Ama keder öyle değil. O herşeyden elini ayağını çektiren, sabah ezanında gözünün lanet çeşmesini açan ve durdurak bilmeden akıtan.

Keder sonsuzdu ve susturucuydu.

“Ezberimi bozuyorsun” demiştim aylar önce neşeyle, şimdi yine diyorum kederle. Ezberimi bozuyorsun, bildiğim dediğim aşk’ı bilemiyorum. İnsan aşık olduğu sürece dokunmadan yapamaz oysa ki. Patateslere ve soğanlara bunu anlatmadım ama.

Oysa ki ben, “gece”den de öte ben, sana dokunmadan uyuyamayanım. Ben kimse beni sevmediğinde, kendi saçını kendi okşayarak uykuya dalanım. Ben, sen beni her öptüğünde –hala- içi titreyenim. İşte bu yüzden, bu haldeyim, cehennemdeyim. Şimdi, artık her konuşmak istediğimde, yazanım.

Bilen şair demiş ki: “Ne demektir dokunmak? Ne yapar bir el, senin saçınla benim hayalimde…”

Cehennem sevgisizliktir. Bu yüzden I’m in hell, baby!

Ve cehennem alay eder gülüşündür, ben kederden boğulurken.


Bodrum

17 Ağustos 2010 Salı

iyi seyirler


Çoğu zaman kalabalık içinde kendimi bağımsız filmlerin yönetmenlerinin gözünden görüyorum. Gözümü yavaşça açıp kapayarak etrafı süzüyorum. Her seferinde görüntü değişiyor, güneş daha bi turuncu oluyor. Rüzgarda uçuşan, denizin tuzundan nasibini almış saçlarıma bakıyorum yan gözle, dalgalı… dünden beri kafamın içinde hiç bilmediğim görüntüle, uydurulan sahneler var. Kendi içimde bir senaryo oluşuyor, izliyorum düşündüklerimi. Ne güzel diyorum, izleyebiliyorum müdahalesiz. Gördüklerimi, hissettiğim gibi yaşamayı bekliyorum.

Yönetmen, oyuncu, figüran, kameraman, ışıkçı; hepsi sendin, hepsi bendim.

Bodrum

Kdv siz

  Yalnızlığım Şapkasız başım Geride bırakılmışlığım Arkadan konuşmadan içime susmuşluğum Yalnızlığım  Bir ten ardında yoksul kalmışlığım Bir...