10 Aralık 2003 Çarşamba

adaçayı


Eskiden meyveli çayları, ıhlamur ya da adaçayı gibi sıcak içecekleri hiç içmezdim. Üstelik benim için çay sınıfında bile değillerdi.


Şimdi, bulutların yerlere dokunduğu bu yerde, gelirken annemin “yanına al bir paket, içersin” dediği ve benim usulca kabullenip bavuluma yerleştirdiğim adaçayını içiyorum sürekli. Her yudumda tanıdık bir koku yerleşiyor içime. Ne zamandır bulmaya çalışıyorum. Ve şimdi, uykumdan uyandığım bu gecenin bir yarısında yine bir yudum alıyorum. Ve adaçayının boğazımı hafifçe yakarak akan tadı, bulmaya çalıştığım kokunun ismini getiriyor bir anda aklıma; o ev.

Daha kapısından içeri girmeden beni karşılayacağını bildiğim o sıcak sesin olduğu ev.

Koridordan en fazla dört adım sonra karşıma çıkan, dolapları el yapımı reçelle dolu olan bir mutfağın olduğu ve televizyonun gündüz hemen hemen hiç açılmadığı, sadece radyonun sesini duyduğum ev.

Camın önünde tek başına oturmuş, örgü örmekten yorulan boyalı tırnaklı ellerinin arasında içmeyi bilmediği halde büyük bir asalet ve keyifle sigarayı tutan kadının bulunduğu, arka odanın süpürgeliklerinde bile görebildiğim beyaz toz zerreciklerini yerinden zorlanarak kalkmasına rağmen hünerli ellerinde bereket simgelerine dönüştüren adamın bulunduğu ev.

Yatak odasında aslında ayrı ayrı olan ama tek çarşafla birleştirilmiş yatakların bulunduğu, komidinin üstünde resimler, kolyeler, kırmızı renk çoğunlukta olmak üzere ojeler ve rujlar –ve elbette siyah göz kalemi- bulunan, her zaman aynı kadın kokan ev.

Küçükken birleştirilmiş yatağın ortasında iki insan arasında uyumanın benim için en güzel uyku olduğu ev.

Gözlerini yumduktan sonra dudaklarının arasında bir şeyler mırıldayan kadının, ben yüzüne tuhaf tuhaf baktığım için gülmeye başladığı ve mırıldandığı şeyi belki de onlarca kez yinelemek zorunda kaldığı gecelerin yaşandığı ev (şimdi aynı şeyi ben mırıldanıyorum uyumadan önce, her gece; sonra hafifçe gülümsüyorum).

Temizlik günlerinde ne dediğini hiçbir zaman anlamamış olduğum temizlikçi kadını, her zaman toz alma görevini paylaştığım kuzenimi ve beni, elleri belinde göz ucuyla yapılanı izleyen kadının ve o günlerde evden dışarı çıkmayı bir görev olarak üstlenen adamın olduğu ev.

Balığın fırında yapılışını ilk kez görmüş olduğum, kokusuna alıştığım pembe kutulardaki salatalıklı ev yapımı kremin imal edildiği ev.

Heybetli görüntüsünü aslında sadece resimlerde gördüğüm ama bana hep öyle baktığını hissettiğim, balkona her kapan hazırladığında içten içe kızdığım ama kafesi temizlerken de yardım etmeden duramadığım, kuşlarından birini kafesten kaçırmama rağmen bana asla kızmayan adamın olduğu ev.

Sanırım çok azdır bir odaya isim konulması bir evde; karanlık oda, çocukluğumun oyun odası. Kuzenlerimle ‘köpekbalıkçılığı’ oynadığım ya da biri “prenses”, diğeri “arap çocuk” olan bebeklere kalan kumaşlardan becerebildiğimiz ölçüde elbise diktiğimiz karanlık olan odanın olduğu ev.

Sokağındaki parkta beğenilmenin ne büyük haz olduğunu öğrendiğim ve aynı sokakta ilk ve tek bisiklet kazamı yaptığım, karşısında iki kiloluk bol çikolata soslu profiterol satan pastanenin olduğu ev.

Elinde poşetlerle geldiğini camdan görür görmez koşarak sokağa çıktığım ve yardım ettiğim adamın olduğu, dönüş günlerinde hep ağladığım ve arkamda camda ağlayan ya da mutfağın balkonundan el sallayan kadını bıraktığım ev.

Ve geceleri uyku öpücüğü niyetine bacaklarını mıncıkladığım kadının gülüşü salona kadar gidince “ne oluyor burada” diye panikle yanımıza gelen adamın olduğu ev.

Önce o güzel kadının gittiği sonra o yakışıklı adamın kaybolduğu ev.

Adaçayı kokusu o ev işte. Çünkü onlar bir çaydanlığın içine adını bilmediğim bir sürü otu doldurur, kaynatır ve suyunu içerlerdi, beraber.

Bir şeye iyi geliyordu, hatırlamıyorum. Ama ne o kokuyu ne de o şefkati hiç unutmuyorum.

Adaçayı şefkat kokuyor!

Kokusunu duyabiliyor musunuz?

İngiltere, East Grinstead

9 Aralık 2003 Salı

orda durma


' Yavaş yavaş sürtünen kör bir bıçak' gibi seni bu şekilde hayatımın içinde tutmak.

Eğer bir gün tercih hakkı tanınırsa bana; iğneyi hapa, hapı şuruba tercih ederim. Çabuk olsun, bir anda bitsin diye, ne kadar şiddetli olursa olsun.

Seni aramak istemiyorum. Seni aramak istemiyorum artık. İğneyi kendime batırmak istemiyorum. Benim üstümde kalmasını istemiyorum artık suçun ve günahın. Bak, bunu kendime yapmak istemiyorum, bunu bana yapmanı istemiyorum artık. Ben günahı kabullendikçe, mükemmel sen oldun çünkü. Mükemmel miydin (soru değil). Sen yaşadıklarımın yanlış olduğunu kabul ettirdikçe, içimizde en çok seven sen oldun. Bunu yapmak istemiyorum artık. Çünkü benim yaşadıklarım sadece şefkate olan açlıktı. Birinin dokunuşuna, şefkatine olan doyumsuz açlık. O yüzden manasız bir sürü insanın adı kayıtlı geçmişin defterinde. Kim oldukları önemli olmadı hiçbir zaman, bana gösterdikleri ilgi üstün geldi hep yerlerinden ve zamanlarından. Ve işte sen de bu yüzden vazgeçilmez oluyorsun benim için. Her acıktığımda hiç şikayet etmeden beni doyuruyorsun. O yüzden hala ordasın. Verebileceğin her şeyi verdikten sonra başlıyor senin intikamın. Alıyorum verdiklerini ve karşı koyamıyorum sorgularına.

Ben, eksik yaşanmışlıklar yüzünden evlilik planları yapmaya çalışıyorum, süresi önemli olmayan ilişkiler yaşıyorum ve sonunda hep sana dönüyorum. Sen, içinde hep beni tutuyorsun, ben varmışım gibi düşünüp ben yokmuşum gibi yaşıyorsun, ihtiyaç duyulduğu anda yanlarında oluyorsun (benden ne farkları var), beni sevip onlarla birlikte oluyorsun. Hangisi daha basit ? Üstüme ve yaşadıklarıma yüklediğin ağır mahkumiyetin kelepçesini bırak ellerinden, kendine dön.

Benim en büyük ahlaksızlığım aslında sensin.

Özür dilerim senin hayatındakilerden ve benim hayatıma girip çıkmış olanlardan, sana duyduğum sevgi yüzünden onlara acı çektirdiğim için.

Ve ben hala seviyorum şişede balık olmayı.

Şimdi bir mecburiyetim yok, sana kendimi kanıtlamaya.

Aramızda ipler yok.

Hepsini kopardı zaman.

Kördün, hala körsün kendi yaşadıklarına. O kadar meşgulsün ki benim yaşadıklarımla, onlara isimler takmaya, kendine ayıracak zamanın yok.

Hala içinde yılanlar geziniyor mu? Benim içimdeki karafatmalar derinlerde. Kilitledim onları çıkamıyorlar.

“Kendine dikkat et” diyorum sevgiyle sana, “asıl sen dikkat et” diyorsun sevgiyle bana. “Burada dikkat edeceğim bir şey yok” diyorum gülümseyerek sana, “sen bulursun – neyse!” diyorsun yılanlarının sesiyle.

Akıp gidiyorsun yaşamımdan tutamıyorum seni. Düşüyorum senin yaşamından, sakın, sen de tutma beni.

Dağınık yataklar kapatılmalı artık.

Mahremiyet ya da özel yok senin için. En büyük hatayı burada yaptım belki de ; sana 'ben' olarak geldim, 'senden oluşmuş bir ben' olarak devam ettim. Sen benim teslimiyetimle kendi yaranı sardın, ben sana teslimiyetimle adanmışlığı yasadım.

Bize bak. Ayrı. Birbirine karışıyor kimlikler. Birbirimizi ikileyip durduk onca zaman.

bebek-özgün, arap-evren.
Sen, ben.

İkiyiz artık.

Bir olamasak da,

en azından sıfır değiliz.

Ne bekliyorsun ki benden?

Sessizliğim her zaman dürüstlüğüm oldu.

Göz yaşlarım içimdeki kırılmanın dışa yansıması oldu.

Sana karalama yazılar yazıyorum. Sonra onları birleştirip bütünleştiriyorum. Bize yapamadığımı sayfalara yapıyorum.

Sondayız. Ve sondan başa dönülmüyor. Geleceğin dalgası kabarıyor önümde ve ben seni göremiyorum. Bu yüzden sonun geçitinde elinden tutmayacağım senin. Çünkü hala korkuyorum bana verdiğin değerden, yoruluyorum onu taşımaktan. Böyle olunca birbirimize kurduğumuz cümleler ' kanamalı acil hasta için a rh (-) kana ihtiyaç var'lara dönüşüyor.

Oysa amacım hiçbir zaman seni acıtmak olmadı, hala da değil. Amaç yok. Sadece yaratılan kişilikle var olan arasında kalmış bir kadın var, sana adanmış. Sana adanmışken zaten, daha fazlası beklenen bir kadın. Yorulduğumda çekip gidiyorum, özlediğimde senin istediğin hale bürünüp geliyorum. Devamlı giden gelen ben oluyorum.

Sen hep ordasın. Sözümün bittiği, elimin uzandığı yerdesin.

İki seneden sonra, senden sonra, sana duyulan o muhteşem aşktan sonra seni unutmam mümkün değil.

Ama bunu yapmak istemiyorum artık. Bu aşk bu şekilde beni tutuk ve ezik yapıyor. İçim yalınayak geçiyor içimden böyle olunca. Batacak şeyler doğrudan içime batıyor. İçimin dışı kalmıyor. Bana ait bir ben kalmıyor.

Sen ta baştan yitirilen sevgili...

Artık orda durma.

İngiltere, E.grinstead
( 13:17 ) yani şarabı çekmedim.

*** görsel buradan alınmıştır

12 Ekim 2003 Pazar

bir çok giden memnun ki yerinden...


Baba,

Sana ilk defa yazıyorum.

Bu, benim için oldukça zor. 3 ay 17 gündür seninle konuşmuyoruz.

Dün gece aradım seni, sesini duyup kapatacaktım. Ama telefon cevap vermedi. Merak ettim ama daha fazlasını düşünmedim. Bunu neden anlatıyorum, onu bile bilmiyorum.

Vicdanen rahatım. Bir evlat olarak sana elimden gelen her şeyi yaptım. Daha da fazlası sana hep aynı mükemmel hayallerle geldim. Sonunun hayal kırıklığı olacağını bilerek Pollyanna'cılık oynadım hep.

Ben hep geldim baba, sen hep yolumu kestin.

Sana kızgın değilim, sadece çok kırgınım. Son gelişim gerçekten son oldu. Neler düşünüp gelmiştim oysa, yine. Ama sen tüm hayallerimi paramparça ettin. Ki vazgeçmiştim parçaladığın çocukluğumun hesabını sormaktan; sadece hayallerim kalsaydı bana, yeterdi. Ama sen bunu bile çok gördün bana. Oysa ben senin Nazım seven, seninle ağlayan, kovsan bile hep gelen küçük kızındım.

12 senedir seni her gördüğümde hep aynı şeyleri konuştuk. Sen bana hep annemi anlattın, benim tanıdığımdan çok farklı bir kadını. Zaman geçtikçe senin kendi kafanda olaylar yarattığını ve buna kendini inandırdığını fark ettim. Ben ne zaman bunları hatırlasam, burnumun ucunda bir de keskin rakı kokusunu duyuyorum.

Şimdi içim kaskatı. Sadece bunları yazarken yüzünü hatırlıyorum ve birkaç damla yaş akıyor gözlerimden. Seni özlüyorum baba. Ama bu özlem hayatımı rezil etmeme neden olmayacak bu sefer.

Bana hayatı anlatıp durdun; bazen gece sıcacık yatağımdan kaldırıp, bazen soğuk bir parkın bankında, bazen de üstüne hiç çıkmayacakmış gibi sinmiş rakı kokan evlerde... Bu dönemlerde öğrenemediğin bir şeyi öğretmiştin bana farkında olmadan, anlatılanlar doğru olsa bile anlatılış şekli ve ortam bunu yanlış olarak gösteriyor insana.

Zaman geçiyor, her gün senin adına dua ediyorum, hatalarını bana veya bir başkasına değil sadece kendine itiraf etmen için. Etrafındaki herkesi ne kadar kırdığını anlaman için - üstelik bunu yaparken kendi hayatını da mahvettin - daha kaç kişinin yaşamını yıkman gerekiyor. Ve beni sensiz olmanın ne kadar yıprattığını görmeni umut ediyorum her gün, her gece. Ben senin sayende erkek gibi büyümüş bir kız çocuğuyum; korumaya meyilli ama korunmaya muhtaç.

Sen yoksun zaten hiç olmadın. Eksikliğini hissedemiyorum, varlığını hatırlamıyorum ki. Seni düşündüğümde; elleri kırmızı, vücudu her geçen gün daha da şişen, kelimeleri yuvarlayarak konuşabilen, devamlı küfür eden biri olarak hatırlıyorum. Bu bir kız çocuğu için ne kadar acı, farkında bile değilsin, eminim.

Geçmişe dönmek üzeresin baba, hafızanı tazele...

- Sanırım 10 yaşındayım. Yani sen annemle ayrılalı çok olmadı. Sen karayolları kampında kalıyorsun, henüz kendi oturduğun bir daire yok. Seni görmek için geldim, özlemimden geldim. Kapıyı çırılçıplak ve her zaman ki gibi sarhoş açtın. Zaten kapıyı açmanla kendini yatağa atman bir oldu ve sızdın. Sadece birkaç saniye. Çıplak ve sarhoş bir adam. 10 yaşındayım ve karşımdaki adam benim babam. Ben unutmadım, sen de hatırla baba.

- Kızılay'da seni bekliyorum. Aylardan şubat. Deli gibi kar yağıyor, ne de olsa Ankara. Sarınmışım sımsıkı, beni soğuktan koruyacak ne varsa üstümde. Tam 3 saat orda seni beklemiştim ve sen 3 saat sonra ayakta zor durur bir halde gelmiştin. Korkarak neden geç kaldığını sorduğumda ise bunun beni ilgilendirmediğini söylemiştin etraftaki insanların dikkatini çekecek kadar yüksek bir sesle. Belki de bu yüzden sokakta herhangi bir şeyi tartışmaktan nefret ediyorum. Ben unutmadım, sen de hatırla baba.

- Ankara'dan ayrılacağım zaman seninle akşam yemeği için Mülkiyeliler Birliği'ne gitmiştik. Konu yine hayata, anneme, ablama, bana gelmişti. Sen hariç, sen mükemmeldin. Artık rakıyı sek içiyordun. Konu ilerledikçe ağlamamak için boğazımın düğümlenmesi sonunda sana sadece biraz yürümeyi teklif ettim. Sense bana hiçbir yere gitmeyeceğini hatta eğer çok istiyorsam siktir olup gitmemi söyledin. Yine tüm insanlarin dikkati bizim üzerimizdeydi. Saate baktım, gece yarısını geçiyordu. Sana iyi geceler dileyip çıktım. Soguk, kış, Kızılay ve yalnızlık. Gecenin bu kadar karanlık olduğunu ilk defa o zaman fark ettiğimi hatırlıyorum. Ben unutmadım, sen de hatırla baba.

- İstanbul’dan trene binip senin yanına geldim. Gara geldiğimde etrafta seni aramaya başladım. Sanırım en fazla yarım saat geçmişti ki karşıdan geldiğini gördüm, bana doğru yürüyor ama beni göremiyordun, her zamanki gibi ayakta zor duran sarhoşluğunla. Garın içindeki bir büfeye doğru koşmaya başladım ve oradaki adama beni büfenin içinde saklamasını söyledim. Adamın şaşkınlığı benim korku dolu gözlerime miydi, yoksa ne olduğunu anlayamamasına mı bilmiyorum. Bir süre bekledikten sonra ablama telefon açıp beni almasını söyledim. Sen o haldeyken sende bir gece bile geçirmeye dayanamayacağımı hissetmiştim çünkü. Ertesi gün seni aradığımda o gece merdivenlerden düşmüş olduğunu öğrendim. Keşke yanında olsaydım, ben seni tutardım ile iyi ki yanında değilmişim seni tutamayıp düşmeni görmeye dayanamazdım arasında sıkışıp kalmıştım. Ben unutmadım, sen de hatırla baba.

Bunlar sadece ufak hatırlatmalardı. Benim hafızamda daha yüzlerce var. Canın yanmasın baba. Sen mükemmeldin, bunu unutma. Benim canım artık yanmıyor. Sadece sızın var, sadece özlemin. Üzgünüm baba, inanıyorum ki sen de üzgünsün. Bunların böyle olmasını eminim sen de istemedin ve tahmin etmedin. Ama hayat işte baba. O hep konuştuğun hayat. Benim ki yeni başlıyor. Sen kendini affet.

19.01.2003

Antalya, Konyaaltı

Gittin. 3. ay, hala bir şey yazamadım.

İçimde derin bir acı var.

Varlığınla yokluğun arasında sıkışıp kalmışken, şimdi tam anlamıyla yok olmanın ağır tarifsizliğini yaşıyorum.

Kollarımın arasında, gözlerimin içine bakarak ölmenin huzuru ve acısını aynı anda hissetmek çok ağır geliyor. O anda “seni seviyorum” diyebilmeni ne kadar çok isterdim. Çaresizliğini, acı çekişini sen ölürken de gördüm; bu sefer daha ağırdı.

Baba, kollarımda öldün... Yaşattığın hayat gibi ölümün de en ağırını yaşattın.

Baba! Artık bitti.

Antalya, Konyaaltı

*** görsel buradan alınmıştır

Kdv siz

  Yalnızlığım Şapkasız başım Geride bırakılmışlığım Arkadan konuşmadan içime susmuşluğum Yalnızlığım  Bir ten ardında yoksul kalmışlığım Bir...