22 Ekim 2012 Pazartesi

ara not 2


Aslında geçen gece de seninle oturmuştuk, burada: kabak'taki ilk evimde, görüş alanı açıldığı günden sonra. İroniye bak ki, açık olan görüş alanıma rağmen ilk defa bu gece fark ettim denizi artık görebildiğimi, tek başımayken. Tıpkı buradaki ilk gecemde gökyüzü deliğimden kayan yıldızı yakalamaya çalışırken olduğum gibi heyecanlandım, tek başıma. Üstelik gökyüzünü zaten her daim seyrettiğimi zannederken... Bazen dar, bazen geniş bakış açılarımla kendime heyecanlar yaratıyorum işte. Acı, keder, hüzün başka da mutluluğu tek başına yaşamak biraz tuhaf , işin içine hüzün giriyor paylaşmayınca... Belki de sırf bu yüzden yalnızlık tek başına yaşanıyor, selamlar asaf baba.

Ve şimdi karşımda ay'ın “dede” hali var, suya düşürmüş beyaz gölgesini.

Çocuksun sen hala bir oyunu seven.


6 Ekim 2012 Cumartesi

ara not


“Bizden uzaklaşanı kırmızı, bize yakınlaşanı mavi görürüz” dedi. Bilimselmiş. Yıldızları göz bebeklerinde görmek isteyenler bulmuş. Uzakta olanla uzaklaşan, yakında olanla yakınlaşan arasında fark var mı? Biri zaten ol'an biri olmakta olan. Biri anda biri zamanla...Anda olanın rengi ne peki? Siyah mı, beyaz mı?
Zeytin dalında siyah beyaz kuş vardı, uzun orman yürüyüşünde. Ve gecede. Renklere sayılar kadar takıntılıyım.
Kendime beyaz, karşıma siyahı alıyorum. En çok yakışan diye. Yeşillerimi maviyle değiştiriyorum. bi'şey mi yaklaşıyor yoksa ben mi yakınlaşıyorum? Renk devrimim bu, seninle.

Alışma sürecimin kısa, olma-bulunma sürecimin uzadığını aşkın hızlandırılmış halinde fark ediyorum. Şimdi, bu vadide! Ve rakamlarım... 3-6-9... ve geri say 9-6-3.. dönüyor zaman, aylardan haftalara ordan günlere... Paldır küldür, koşar adımım. Zamanım kendi içinde düzenli.

Renklerim anda, rakamlarım zamanla...

Bu masalda şefkatliyim ve güler yüzlüyüm. Ne güzelim. Ve göz bebeklerim. Ne zaman içi gülse, bütün hücrelerim keyifli. İşte bu yüzden artık iki aynam var. Senden yansıyan kendime ve aynadaki kendime bakıyorum, mutlu-mutsuz-hüzünlü-uçarı-huysuz-muzur hallerimi izliyorum. Göz bebeklerinden konuştu mu insanlar, görüyorum hallerini. Ve gözlerimi sadece göz bebeği gülenlere gösteriyorum. Hayat orda başlıyor çünkü. Hayat o küçük yumuşacık omuzlarına puf diye düştüğüm yerde -içim güldükçe- devam ediyor. Zaten ne güzeldir gözün bebeği.

Ne zaman başladı? Nasıl başladı? Başla! diye yazmıştım neye olduğunu bilmeden. Yazdım ve her şey başladı.

Yenilikler gibi, başladı sorgulamalar. Gereklilikler, sınırlandırmalar, çerçeveler... Benim çerçevem olmasın, olduğum hallerin gereklilikleri olmasın. İçinde olunan halin tadını çıkarmak odak noktam benim, içinde olduğum hali yansıtanı odağıma koymuyorum. Olan neyse onu yaşıyorum, imgesini-objesini-nesnesini-öznesini sahiplenmeden. Ve evet şefkatli, güler yüzlü, güzel, sevebilir halimi korunacak bir şeymiş gibi görüp kıymetlendiriyorum. Hali seviyorum. Bu da benim gerçeğim.

Güneşin renkli batışını seviyorum, kayan yıldızları ve aşağı süzülen havai fişekleri... Güneş renkli batmasa, yıldız kayabilir heyecanı olmasa ve havai fişekler ışık topları gibi inmese aşağı seyretmem ki! Özgürlük olabileceğin hali seçmekte.


Hatırlatma cümlesi 1: “Evini sırtında taşırsan çok yavaşlarsın, atarsan çok hızlanırsın.” Nisan yazısında araya sıkıştırılmış, unutulmuş bir cümle. Hatırlansın diye.
Hatırlatma cümlesi 2: “Düşlerinden uyansalar bile, görecekleri şey aynı olacak.” Önce jokeri bulan, sonra jokeri elinde tutan sihirbazı bulan ve en sonunda jokeri elinde tutan sihirbazı bulanı gördüm. Kendi mucizesini yaratmaktan üşenen/korkan/çekinen'i gördüm. Bu elin ne jokere ne de sihirbazlıklara ihtiyacı var. Bu el gayet iyi dostum!




Kdv siz

  Yalnızlığım Şapkasız başım Geride bırakılmışlığım Arkadan konuşmadan içime susmuşluğum Yalnızlığım  Bir ten ardında yoksul kalmışlığım Bir...