22 Nisan 2011 Cuma

büyülü gerçekçilik

Kucağımda yeni doğan ben'le, aynı annemin ilk doğan ben'i taşıdığı gibi, yüzüme ağaçların arasından yansıyan güneşle çıkıyorum çakıl taşlı köy yokuşunu... 4'ün büyüsünü farkeden bir tek ben miyim acaba, 4 kişinin 4 saatlik cennetinde?

Yürüyüş boyunca herkes bilinçsizce yol gösterici oluyor. Herkes, teker teker, sırayla, hangi otların arasından geçip hangi taşlara basarak ilerleyeceğimizi gösteriyor. Evren, doğaya yansıtıyor sisteminin ilerleyişini.

Yaprak üstünde keyif yapan tırtılı görünce, gözler tavşanı arıyor. Ve herkes kendi içindeki tavşanla tanışıyor yol boyunca. Küçük yokuştan inerken karşılaşılan kaplumbağanın ironisi gülümsetiyor. “Ne hızlı, ne yavaş” Cümlenin sonuna hangi ünlem işaretini koyarsan beni görürsün? Al sana bilmece! Hızı kim belirliyor? Yolda olmanın, yol olmanın maksimum hız sınırı var mı? Nasıl bir araç istiyorum? Nasıl bir yol istiyorum? Nasıl bir yolcuyum? Saçlarıma dış destek olmadan hakim olamayan bir yarış motoru sürücüsü mü, yoksa pedalı çevirirken etrafındaki çiçeklerden nasiplenen bisikletçi mi? Ve diğerleri... Yarış arabası mı, vosvos mu?

Cevabı iki seçenekten fazla olmasın istiyorum soruların. Kendimi mi kısıtlıyorum? Olasılıklarımı? “Olabileceklerin tümünü gördüm fakat asla olmayacak” haline giriş yapamıyorum hala... Oysa yarış arabasının motorunu vosvosa koyma hayaliyle yanıp tutuşabilirim.

Kır yürüyüşünde filmimi seyrediyorum.
Önümde yürüyen güzel adamın geniş omuzlarından aşağı inen, havayla bağlantı kurduran kollarının bitimindeki parmak uçlarının dokunduğu çiçekleri seyrediyorum. Yoldan çıkmadan, nazikçe değen parmak uçları...

Yol, bir başka yol göstericiye teslim ediliyor. Eski, tek katlı, taş ev... Duvarlar... Duvarların arasından çıkan otlar, çiçekler ve hatta ağaçlar... Bir dakika yetiyor koltuğu, kütüphaneyi, sallanan sandalyeyi, cibinliği, saksıları, çay bardaklarını nereye yerleştireceğimi hayal etmeme. Sırtında taşıdığı çantasıyla, bastığı toprağa aitliği yansıtan, elinde bilge sopasının olmasının senaryoya çok daha uygun olacağını düşündüğüm, yaramaz bir çocuğun izinden gidiyoruz. “En zıpır müzisyenler, davulculardır” mottosunu onaylıyorum içimden bir kez daha. Masal anlatıyor olsam şöyle devam ederdim: “Zıpır ile altın birbirini çok seven iki pıtırcıkmış.” Masaldan alınacak ders ise: “İlişkiler manifestosunun 1. maddesi: Yol, kendine ve yol arkadaşına güvenin öneminiyle ilerler.” Çantasından çıkardığı soğuk şeftali çayıyla, bizi besleyen şirin baba oluyor Zıpır. Sırtını keyifle Altın'a -hazinesine- dayarken kadraja giriyor. Fotografik hafızam hala iyi durumda.

Zeytin ağacına varmak... İki kökü, toprağın içi ve dışı ile bir. Toprakla iki kolu ile bağlantı kuran hava gibi zeytin ağacı. İnsanda toprak havayla, ağaçta hava toprakla bağlantı kuruyor, dengenin esası.

Ben ateş ve suyum. Hava ve toprağı arıyorum. Hava; kendimi güzel, savunmasız, sevgi dolu ve kadın hissettiren adamda. Toprak ise; en iyi yol arkadaşımda. Kendimi karşısında nasıl hissettiğimi hala tarif edemediğim çocuk kadında. Yanında herşey ve hiçbirşey olabildiğim aynamda.

Dört.

Zeytin ağacının bir koluna kendini emanet eden, içinin gökkuşağını dışına yaymış küçük bir kadın; dizlerini karnına çekmiş, elleriyle onları tutmuş, başındaki masal kahramanı şapkasıyla kendi gölgesinde oturuyor. Cesur ama ürkek... Duristliğime eş. Toscana'da çekilmiş bir fotoğrafa bakar gibiyim.

Cesur ve ürkek. Bütün zıtlıkları içinde barından her kadın gibi ya da soruların cevaplarının sadece iki seçenekli olmasını isteyen ben'den yansıyan kadın gibi; küçük, şirin ve altın rengi. Dizlerinin dibinde hazinesi.

Cesur ve ürkek... miyim? Bu yüzden mi bu kadar realist hayallerim var? Hayalleri bile kontrol etmek mi olasılıklara verdiğim potansiyel? Bu yüzden mi savunmasız hissediyorum? Olasılıklarımın mucizeye dönüşmesi için sihirbazı sipariş ettiğimi anladığım zaman hem de? Ne savunma ama!

Dönüş yolunda doğadan insan içine de dönülmüş oluyor. Oturuyoruz ana caddeyle köy yolu arasına. Arabayla eşeğin arasına. Medeniyetle cahilliğin arasına ya da. Teknolojiyle insan arasına. Maddeyle mana arasına. Dengeye... Zeytin ağacının dalında öten kuşun siyah ve beyazına. Hayalle gerçeğin arasına. Müzik ve sporun arasına. Hızlı ve yavaşın arasına. Tavşan ve kaplumbağa arasına.

Cevaplar iki seçenekli olunca, aslında olasılıklar iki seçeneğe indirildiğinde orta yolu seçebilmek, dengeyi kurduruyor. İki olasılığı hatta iki zıtlığı birbiri içinde eritmek, karıştırmak, harmanlamak, demlemek...

Beslenen mideler, beslenen ruhlarla doyuyor. Göz hep aç mı kalıyor? Yoksa sıralamada önce göz mü var zaten? Önce görmek lazım, güzel görmek... Yediğin yemeği, duyduğun cümleyi, sevdiğin sevgiliyi, baktığın aynayı, kendini...

“Önce görmeli, sonra gördüğünü içine almalı, içine aldığını yazmalı” demiştim ya... Sonradan görülenler tutkudan kararmış kaplama aşıklar, olduğu an görülenler satori sevgililer... Olanı ne kadar kısa zamanda -olduğu gibi- görür ve teslim olursan o kadar dengeli bir tahterevalliye sahip oluyorsun, kendine. Anlık uyanışları sürekli kılma haline...

Zıpır ve Altın'ı mavi pervazlı huzurlarına bırakıp kendimi ardarda lakaplar taktığım sevgilinin omzuna bırakıyorum. Yeni doğan 5 kedi yavrusu değişimin habercisi olarak, sabaha karşı, anneleri Gece'nin ağzında, kendini hava kararınca sahnede görmeyi seven güzel adamın tarafına taşınıyorlar. Tanrısal bir nefesle siparişi teslim alıyorum.

Bütün gösteriler gece daha güzel. Cadılar ayinlerine, sihirbazlar seyircilerinin karşısına, vampirler hayata, şairler ve şarapçılar tanrıya geceleri gidiyor. 18. yy İngiltere'sinden bir sahne oynanıyor yatak odamda. Joker'i değil, Joker'i elinde tutan Sihirbaz'ı istiyorum. Yanmak için oksijeni... Ve şaşırtılmayı, sürpriz yapamayan yanım için. Şifacı cadılarla, palyaço sihirbazlar var sahnemde. Karanlıktaki aydınlık. Gece. Ay. Işığı.

Kedileri düşünerek kapıyorum gözlerimi. Bıraktıklarımı yazıp, ateşte yaktığım kağıtları hatırlıyorum, dolunay zamanları. Cadılığımı... Major Arcana! Cadılar gibi, tanrıların habercisi sihirbazların da sembolünün ay olduğuna gülümsüyorum. Aynı amaca farklı yollarla...

Öz'den wizard of oz'a varıyorum. Sadece fotografik hafızamı önemsediğim için, aslında gördüğüme inandığım için de bütün bunları yazıyorum. “Hatırla Öz! Hatırla!” diye.

Ve sonra yan masadaki reklamcı kadının sesi: “Ruhunuzu doyurun!” “Düşlerinden uyansalar bile görecekleri aynı şey olacak” diyor karşısındaki adam. Mesajı alıyorum. Hatırlamak için yazıyorum.



Hatırlamak için, yazıyorum.

“Herşeyi altına dönüştüren
Gerçek simyacı sevgidir.
Yaşamın tek düzeliğinde
Yaşlanmaya ve ölüme karşı
Tek etkili büyü
Sevgidir.”


Bdrm

2 yorum:

Uma dedi ki...

Opuyorum o guzeller ellerinden, akmis gelmis O diye...
Boyle guzel mi yazilirmis Oz'un sevgisi :) Seni boyle gormek amin denmis bir duanin kabulu gibi.

ASKla...

dem dedi ki...

:)seviyorum seni

Kdv siz

  Yalnızlığım Şapkasız başım Geride bırakılmışlığım Arkadan konuşmadan içime susmuşluğum Yalnızlığım  Bir ten ardında yoksul kalmışlığım Bir...